3 Aralık 2011 Cumartesi

Macur Pazarında Sarhoşluk....!

burası Macur Pazarı

sarsar her gece dindirilmemiş öfkeyle dolu

sarhoş naraları

burası benim odam

saklanır sevgiler, acıları körükleyen sevda türküleriyle

ve tekrarlanır durmadan

burası Konya

son sekiz yılın

sekiz yıllık şarkımın nakaratı

karanlık ve boş ada

burası ülkem

yüzyılları dağlar arasına sığdırmış

incecik akan, kırmızı derem

burası dünyam

karanlıklar arasında ikinci güneş

her gece tekrarlanan mavi rüyam

bundan sonrası boşluk

karanlık sessiz

bundan sonrası

Macur Pazarında sarhoşluk...............

Çıplak Ayaklarımla Yürüdüm....!

çıplak ayaklarımla yürüdüm bunca yolu

gök gürledi

bulut oldu

yağmur yağdı

yollar ; taş,toz ve topraktı

nasroldu ayaklarım

kanım çekildi

dizime kadar

çıplak ayaklarımla yürüdüm bunca yolu............

NAÇİZANE TAVSİYELER....!

Bir bakın bakalım belki hoşunuza gider....

http://nacizanetavsiyeler.blogspot.com/

Diğer blog'um.... O blog'da buradaki kadar tembel değilim sanki. : )

12 YIL OLDU....!

12 yıl oldu.

sigaram azaldıkça yıldızlar çoğalıyor. ayağımda sanırım kemik var. köpek, günleri kemik sanıyor. zaman, günleri birer birer,tadına bakmadan yutuyor, herhangi bir takvimin az çeşitli menüsünden

yeni günler sipariş veriyor. zamanla savaşıyorum. tutsaklar denizde.

denizler cezir. yıldızlar çok. her renge ihtiyacı var balıkların, balıklar halde teker teker ölüyor.

12 yıl oldu.

yengeçler dahil olmadı ölümlere. haber bülteninde reklam arası düşlerim. uykumda uyandığım düşteki düşmüyüm. nergisler 3-0 galip.

kurumuş çiçeklere su vermek fikrindeyim. suya rakı karışmış ama olsun. rakı bardağında bi duble kar, yağmur ve rüzgarla karışık. yağmur yağıyor, yıldızlarçoğalıyor. ben sayamıyorum düşlere karışan evcil hayvan ilanlarını. matematikten her gece sınıfta kalıyorum. çoraplarım ıslak ve kirli. türkü söyleyen kadınlarla çamaşır yıkıyorum. kadınlar içanadolulu,elleri buruşuk. köpek ayağımda kemik arıyor. tırnaklarım uzuyor,tutsak alıyor savaş bir can daha.

12 yıl oldu.

silahlar susmuyor. savaş ağır yaralı,savaş kanıyor, ben ölemiyorum. güneşe gölge düşüren yıldızlar gün geçmeden çoğalıyor. gazetelerde

uzayın kapıları. bilgisayar rok yapıyor. artık maviler kırmızı. kırmızılar işsiz. çay kaşığım delikli, mutsuz. zamanlardan temmuz olmalı. memleket,memleket baharı kaçırmış. erik zamanı, balıklarda ölüm telaşı. tutsak hayatta, denizler med.

12 yıl oldu.

otobüslerde pencere kenarı. çay molası dolandırıcı dağ başlarında. köpek dağı bekliyor. ay yıldızları sayamıyor. düşüm balık olmakmı uyanamadığım. türküler ağır yaralı, kadınlar ölü. denizler kanıyor, ben kandırıyorum.

12 yıl oldu.

antende kuş olma telaşı,balıklarda reklam arası,haber bülteninde uyuyorum.

12 yıl oldu.

kış geride kaldı. balıkçı olta tutuyor, ateş kokan çocuklar maç çıkışında. yıldızlar günahlarım gibi çoğalıyor. tanrılar işbaşında. ağır yaralıyım, kanıyorum. savaşıyorum,tutsaklar nergis kokuyor bakışlarında. köpekte eskimeyen kemik sevdası. ellerim var sanki, düşümde gözlerim var sanki,sanki kelimeler yeterli....; düş bu ya.

kelimeler savaşıyor. aşk tutsaklar alıyor ve yıldızlar durmadan çoğalıyor.

12 yıl oldu.

denizler kırmızı. kaset bitti,türküler çorap yıkıyor. ölü kadınlar güneydoğulu. masallar türk ve yıldızlar olabildiğince. ağır yaralıyorum kendimi, kanıma kan uymuyor,ben uyuyorum. 12yıldır, düşümde ,

uyansam bi sabah olacak ki evlere şenlik. ayağımda kemik yok ki.

12 yıl oldu.

savaş sürüyor. silahlar susmadı. tutsaklar ölüyor. yıldızları sayamıyorum, günahlarım gibi, yıldızlar çoğalıyor. kırmızı denizler med. ölü balıklar cezir. köpek ayağımda kemik var sanıyor. düşler hiç bitmiyor. güneş yine gecikti. tanrılar ve peri kızları var mı ? mutlu mu kendini kuş sanan anten ? uykumda düşümdeki uyandığım düş benim mi ?

12 yıl oldu.

düşümde balık olamadım. kucağımda ölemedim. sokağımda çiçekler açıyor, ölü kadın türküleri yemyeşil ortalıkta. son tutsak namlunun ucunda. penceremde siyah kokan kuş çığlıkları. savaş bitmemecesine sürüyor. yıldızlar uzak. denizler kırmızı. ellerim ağır yaralı, kanıyorum.

kalbim aynı gürültülü,

çocuk yaşıyor.

12 yıllık düş mü bu ?

elde ben varım........................

................ med................. med.............. .

10 Haziran 2011 Cuma

REMZİ giriş.... / İLK SAHNE

1. mekan iç / gece

Loş, izbe mekanda demlenen üç beş masa…. Mekan sahibi bıkkın. Garson aldırışsız…. Bitik bir müzik fonda inlemekte…. Mekanın kapısı açılır. Jilet gibi takım elbiseyi çekmiş, gençten bir oğlan ağır adımlarla içeriye girer. Birkaç adım atar. Mekanı ve içeridekileri üstten üstten süzer. Arkasında beliren, onun gibi takım elbiseli adamları tehditkar mekandakileri keserler. Mekanın içini yoğun bir sessizlik kaplar…. Herkes bu janti delikanlıya dikkat kesilmiştir…. Delikanlı, ağır abi tavırlarıyla mekanın ortasına gelir. Cebinden bir tabaka, tabakadan bir sigara çıkarır. Esaslı bir hareketle sigarasını yakar. Derin bir nefes çeker. Üstten, ağır, kendinden emin konuşmaya başlar.

janti

Bilmem…. Daha…. bizi tanımayan…. kaldı mı?.....

Sigarasından bir nefes daha çeker. Acele etmeden, sabırları zorlayan bir rehavetle konuşmasını sürdürür.

janti

Namımızı… duymayan…. Hükmümüzden…. Korkmayan…. Korunma parasını…. Vermeyen…. Kim varsa…..

Janti bir kez daha sigarasından çeker, dumanı ağır ağır üfler….

O sırada, mekanın girdabına kapıldığı, o ağır atmosfere inat, köşedeki masasında kalkan çirkin, pejmürde tipli bir adam, seri hareketlerle, mekanın ortasına gelirken, masalardan birinden kaptığı şişeyi, yine masaya vurarak kırar. Daha kimse ne olduğunu anlayamadan, Janti’ye yönelir. Şişeyi sert ve hızlı bir şekilde Janti’nin boğazına saplar!

Remzi

Ammına koduğumun çocuğu ne diyeceksen desene ibnenin evladı, iki yudum nevaleyi zehir ettin…..

Herkes donup kalmıştır! Janti şok olmuş, iki eliyle boğazına saplanmış şişeye sarılmış, öylece durmaktadır. Remzi, Jantiyi, arkasında aptallaşmış seyreden adamlarına doğru iter.

Remzi

Alın la şunu! Siz de siktirin gidin…..

Adamlar, Janti’yi sürükleyerek çıkartırken, Remzi yerine yönelir. Bir an durur, mekan sahibine dönüp

Remzi

Usta! Bana bi dem daha çek.

masadaki içkisini göstererek

Remzi

Bu önümdeki piç oldu….

3 Haziran 2011 Cuma

( f o t o ğ r a f )

İlle yürüyor

sağına soluna bakmadan.

sanırsın işine geç kaldı da,

ona yetişmeye çalışıyor;

işsizliğine inandığım adam~

Hayal kurmak......

Hiç bir zaman bu eylem benim için lüks olmadı. Aç ya da sigarasız kaldığım çok oldu, ama hayal kurmayı bir an için bile bırakmadım.

Hayal edebildiğim ilk günden itibaren, her geçen gün, ay, yıl hayallerim çoğaldı, çeşitlendi.

Hayal etmekle yaklaşık olarak aynı dönemde hayal kırıklıkları da başladı elbette.

Öncesini çok net olarak hatırlamasam da, hatırladığım ilk hayalim ilkokul yıllarımdaydı;

“Kırmızı oyuncak arabamı okuluma, sınıfıma götürmek ve tüm arkadaşlarıma göstermek”.....

günlerce bu hayali kurdum, geliştirdim, büyüttüm. Hayallerime sığmamaya başladığındaysa yapacak tek şey bu eylemi gerçekleştirmekti.

O gün, muhtemelen bir Çarşamba günüydü. – dayanıksız sallıyorum, Çarşamba olduğuna dair hiç bir şey hatırlamıyorum ama öyle hatırlamak istiyorum-. O Çarşamba günü, hayalimi gerçekleştirmeye karar verdim. Öğlenciydim. –bunu net olarak hatırlıyorum- Öğleye doğru, büyük bir cesaretle, aynı zamanda büyük bir “gizlilikle” oyuncakların arasından aldığım kırmızı arabamı okul çantama koydum. Heyecandan kıpkırmızı olmuştum. Saat geldi. Okula gitmek için çıktım. Yol hiç bu kadar zor olmamıştı. Okul yolunda karşılaştığım bütün insanlar büyük bir dikkatle beni ve çantamdaki o önemli nesneyi, yapabileceğim bir hataya karşı gözlüyorlardı. Nükleer bomba taşıyan bir terörist olsaydım o kadar heyecanlanır mıydım bilmiyorum. İnsanların dikkat ve endişe dolu bakışları arasında okula ulaştım. Müthiş bir rahatlama hissetmiştim. Sanki yaşamımdaki tek amacımı gerçekleştirmiştim de artık ölebilirdim.

Ölmedim!

İlk iki ders boyunca zaman nasıl aktı hatırlamıyorum. Sabırla bekledim. İkinci dersten sonraki o uzun, yaklaşık yirmi dakikalık tenefüste kırmızı arabamla bütün sınıfı turlayarak hayalimin son halkasını gerçekleştirecektim. Yaptımda.... hiç öyle kıyametler falan kopmadı. Kopan sadece benim içimdeki fırtınalardı. Hevesimi alamamış olacağım ki üçüncü ders başladığında hala elimde araba, sınıfı turluyordum. Tam o sırada öğretmen geldi. Okulumuzun bayan beden eğitimi öğretmeniydi. Hem korkar hem de saygı duyardım. Yoksa o zaman sadece saygı duyardım da o günden sonra mı korku başladı hatırlamıyorum....

Bizim dersimiz boş olduğundan sessiz durmamızı sağlamak için gelmişti.

“Herkes yerine otursun!” dedi. Panikledim. Yerime ilerlerken kırmızı arabam elimden kayıp yere düşüverdi. Dünya durdu. Tüm sesler kesildi. Yalnızca arabamın yere düşüşü ve bir süre yerde ilerleyişi duyuldu. Tüm gözler bana dönmüştü. Çakılıp kalakaldım. Şimdi dünyayla beraber ben de duruyordum. Bu ölümcül sükuneti öğretmen bozdu:

“O ne? Getir onu buraya!”

kısa bir duraklamanın ardından yerdeki arabayı alıp masasına götürdüm. Eline aldı, evirip çevirip baktı.

“Bunun ne işi var okulda?”

Öylece kalakaldım. Aptallaştım. Ne diyebilirdim ki? Nasıl açıklayabilirdim? Bu benim ilk hayalimdi. Daha “hayal etmek” hayatıma yeni girmişti. Doğru düzgün bilmediğim bu eylemin tarifi mümkün değildi. Yapabilecek hiç bir şeyim yoktu. Ve hayatıma bir ilk daha girdi: ilk yalan!

“Okuldan sonra halamlara gidecektim, bu araba da halamın oğlunun, ona geri götürecektim.”

İşte tam o an kıpkırmızı bir ateş topuna dönüşmüştüm. Yanıyordum. Belki de ilk yalanla beraber masumiyetimi de kaybetmiştim. Günahı bulmuştum. Şeytanın kırmızı oyuncak arabası sayesinde günahkar olmuştum!

Ağlamaya başladım. Öğretmen şaşırdı. Panikledi. Eni sonu dokuz yaşında bir çocuk, bir öğrenci, öğretmen arkadaşının küçük oğluydum ve oyuncak arabamı okula getirmiştim! Sakinleştirmeye çalıştı. Sınıftan çıktık. Bahçedeki çeşmede yüzümü yıkadık. Teselli için bir sürü laf etti. Hıçkırıklarım kesilene kadar yanımdan ayrılmadı.

Sonra. Sonra sakinleştim, dersler bitti, eve döndüm. Annem karşıma dikildi! Öğretmen arkadaşı olan biteni anlatmıştı. Yine de sormakta gecikmedi:

“Sen bugün okulda ne yaptın?”

“Ne yapmıştım?” Bir bilseydim ne yaptığımı. Düşündüm, bulamadım. Söyleyecek tek bir sözüm yoktu. İlk hayal gibi ilk yalanı da açıklayamadım....... Ama O gün, çok ama çok ağladım........................

Yirmi yıl geçti üstünden. Geçip giden zamanla çoğalan hayalleri ve yalanları sayamadım. Olabildiğince çoktur. Yeri geldikçe yalan söylüyor, yerli yersiz hayal kuruyorum!

-işin komiği artık hayal kurmak için para alıyorum-

Kırmızı arabam, ilk hayalimin kaynağı; O, şu anda, çalışma masamın köşesinde. Onu herkesten, her şeyden sakınıyor ve saklıyorum............

Kırmızı; ilk hayalim, ilk günahım,

Kırmızıyı seviyorum!

Artık acıtıyor....

Zil çaldı....

Ders bitti. Hoca çıktı. Herkes ayaklandı, sınıf yavaş yavaş boşalıyordu. Biz hala oturuyorduk.

Olaylardan haberdar olmayan Murat, bir yandan eşyalarını toplarken, “hadi olum ne oturuyonuz” diye sordu... kimse cevaplamadı... başlarımız yerde,düşünüyorduk... gerçi ne düşüneceğimizi de bilmiyorduk... okul çıkışında diğer okuldan 40-50 kişi bekliyordu... çıkmamak olmazdı... çıkınca da bi temiz dayak yiyeceğimizi biliyorduk...

Daha üç gün önce endüstrililerle kavgaya giderken 50 kişi yola çıkıp üç kişi kalmıştık, bereket fazla sopa yemeden hocalar gelip ayırmıştı... ama bu kez olay farklıydı... karşıdakiler gazi lisesinden geliyordu ve gaziyle 80 olaylarına kadar dayanan bir kan davası vardı...

İsimlerini bile bilmediğimiz abilerimizin kan davası... o dönemlerde bizim okulun hemen hemen hepsi yatılıymış... okumuş ailelerin çocukları olduğundan daha çok sola yöneliş olmuş, 80’e gelirken okul tamamen komünist kalesi olarak görülmeye başlanmış dışardan... o dönemin gazilileri de, “Konya da komünist barındırmayız” diye saldırmışlar bizim okula...

Okul, yüksek bahçe duvarları, bir önde bir arkada iki giriş kapısıyla savunmaya çok müsait... o dönemki abilerimiz savunmaya çekilmiş, kapıları tutmuşlar, gireni perişan edip yollamışlar. bu olaydan sonra başlayan kavgalar zinciri de hiç kesintiye uğramadan o güne kadar devam etmiş... ama geçen zaman içinde okulun yatılı öğrenci potansiyeli düşmüş...

Her ne kadar okul yine yatılıların denetiminde olsa da, böylesine bir okul kavgasında yeterli sayıya bir türlü ulaşılamaz duruma düşülmüş... işte böyle bir durumdaydık... endüstri kavgası olduğu gün okulda olmayan Murat ve Serdar da vardı ama zaten onların varlığıyla yokluğu çok bi şey ifade etmiyordu... biz böyle kara kara düşünürken Sibel geldi... Cemil'inki... gözleri kızarmıştı ağlamaktan...

Cemil çok kızardı onun böyle durumlarda ağlamasına... yine kızdı... “ne var kızım, ne ağladın gene”... Sibel yine ağlamaya başladı ve dışarıdakilerin bizi beklediğini bildiğini söyledi.... Cemil bunun ilk kez olmadığını hatırlattı.. daha önce de kırk kez kavga ettiğimizi, hatta geçen hafta üç kişi kaldığımız halde sağ salim çıktığımızı anlattı.. kız şaşkın “siz dışarıyı görmediniz herhalde” dedi... birbirimizin yüzüne baktık... bizim sınıf 2. katta, okulun giriş kapısını ve okul duvarının diğer tarafını çok rahat görebileceğimiz bir yerde olmasına rağmen dışarıya bakmamıştık henüz... topu topu beş kişiydik ve dışarda en azından 40-50 kişi vardı, nasılsa bizi ezeceklerdi...

Sibel’in bu lafı üzerine hepimiz pencerelere yöneldik... pencerelerin önünde çakılıp kaldık... dışarıdaki kalabalığa bakakalmıştık... “en azından 100 kişi” dedi Sinan.. adeta şoka girmiştik... daha önce de kalabalık gruplardan dayak yemiştik,ama bu kadar insan çok fazlaydı... hem 30-40 kişi olduğunda adamlar bir süre dövdükten sonra acıyıp bırakıyorlardı,ama böyle bir kalabalık çok fazlaydı... hepsi birer tekme atsa ölürdük... “tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya bakalım” dedi Cemil ve kapıya yöneldi. biz de arkasından... hiçbirimizde değil gülecek, tebessüm edecek hal bile kalmamıştı. Yine de “ne tecavüzü lan, direk orospu yapacaklar bizi” dedim. Cemil’le güldük.. diğerleri hala şoktaydı.. Serdar, “olum ne zorumuz var, yan duvardan atlayıp bizim eve gidelim...” lafını bitirmesine fırsat bulamadan kendine yönelen sert bakışları fark edip sustu... merdivenlere geldiğimizde, bu kez ben hayatımın en büyük şoklarından birini yaşadım…

“O”.... orada, üst kata çıkan merdivenlere oturmuş ağlıyordu.. beni görünce hıçkırıkları kesildi ama gözyaşları arttı...

Şaşkındım. Yanına gittim. Eğildim. Sadece “neyin var” diyebildim.

“gitme” dedi.

Başım döndü. Dünya durdu, başım durmadı bir daha döndü.

Cemil “hadi gidiyoruz” dedi.

“O” ağlıyordu, benimse başım dönüyordu, içimde bir yerlerde ateşler yanıyordu…

“O” beni seviyordu…

sonrasını hatırlamıyorum…

Yalnız… tek hatırladığım; o gün hayatımın en kötü dayağını, yüzümden hiç eksilmeyen bir gülümsemeyle yedim…

Hiç acımadı….

Farklı bir gün

Bugün farklı bir gün....

Sıradan günlere inat, garip bir huzur var içimde. Yaşamın sırrına vakıf olmuş gibi, garip bir huzur.

Bir haller var, adını koyamadığım, nedenini bulamadığım.

Bugün farklı bir gün....

Hayır aşık falan olmadım, hatta uzun zamandır yakınından bile geçmedim aşkın....

“Bahardandır” desen, o da değil. Mevsimlerin farkında değilim son birkaç yıldır. Şimdi durduk yere neden bahar çarpsın ki?

Bugün farklı bir gün....

Küçükken nefret ederdim Polyanna’nın hikayesinden. Hoş hala sevmem, ama sanki benden intikam alıyor. Sanki bana “yaaa gördün mü” diyor, “haklıymışsın” dedirtmeye çalışıyor. Ama bugün Polyanna bile tadımı kaçıramaz. Keyifliyim....

Bugün farklı bir gün. Bundan sonra her gün farklı olacak. Artık günler, sıradan, gelip geçer, farkına varılmayan zaman dilimleri olmaktan çıkacak.

Babam.... yaklaşık bir yıl kadar önce geldi İstanbul’a. Bir gece yarısı. Apar topar. Annem ve kız kardeşimle hastahane koridorunda doktoru beklerken, daha kendime bile gelememiştim. Babam kanserdi. Akciğer kanseri. Doktor, kurula götürmüştü tahlil sonuçlarını. Birazdan gelecek ve kurulun verdiği kararı açıklayacaktı. “Çok ilerlemiş” dedi. Bu ilk cümlenin ardından adeta rahatladı. Sanki berbat bir durumu özetleyip kurtulmuştu.

Oysa doktor olan kız kardeşim dahil hiç birimiz, hiçbir şey anlamamıştık. Devam etti açıklamaya:

“akciğerden gırtlağa, oradan da beyne sıçramış, beyindeki lezyonlar çok büyümüş ve .......” aptallaşmıştım

“.....ilaç tedavi için çok geç, ameliyat edilmesi imkansız....”

annem ağlamaya başlamıştı. kız kardeşim az sonra yanına gideceğimiz babamı kastederek “böyle çıkma karşısına” diyerek, annemin gözyaşlarını siliyordu bir yandan kendisi de ağlayarak.

Doktor “allahtan ümit kesilmez ama tıbben yapacak bir şey yok” dedi son olarak.

Annem zar zor “ne kadar...” diyebildi. Gerisi gelmedi. Yeniden ağlamaya başladı. Doktor anlamıştı soruyu.

“iki, bilemediniz üç ay” dedi.

Kafamın içinde sonraki aylar boyunca çınlayacak bu cümle, ilk anda çok sert geldi. Hemen arkamdaki sandalyeye çöküp kaldım.....

Sonra... sonrası uzun.... (iyi ki de öyle)

Bilinen tüm tedavileri uygulattık. Radyoterapi, kemoterapi, ısırgan otu şerbeti, vs vs vs....

Bir “yıl” oldu..... yapılan tahlillere göre durum aynı.... ama bir “yıl” oldu....

Ve ben henüz fark ettim.

Her sabah “babam uyanacak mı?” diye kendimi yemekten, gündüz saatlerinde uyuyacak olsa, arada bir gidip nefes alıp almadığını kontrol etmekten ve daha bir sürü nedenden farkına varamadığım “şey”i henüz fark ettim.

Babam yaşıyor. Hem de her gün yeni bir hayat. Ben de, annem de, kız kardeşim de. Biz her gün yeni bir hayat yaşıyoruz.

Biz her sabah hayata yeniden başlıyoruz. Tamam bir gün O olmayacak ve bizim hayatlarımız devam edecek ama..... bugün benim babam var. Onu hissediyorum. Onun farkındayım. Yanımda.... işte orada....

Şu son bir yıldır babamı doya doya yaşıyorum, sormak isteyipte soramadığım, ertelediğim tüm soruları sordum, soruyorum...

“ilk aşkı, askerlik anıları, aile soy ağacı, gençlik şiirleri, köy enstitüsü anıları, siyasi fikirleri, ilk izlediği sinema filmi, en sevdiği şarkı......vs vs vs .........”

Benim babam yaşıyor. Ve yarın yeni bir güne uyanacağız ailecek....

Ya senin? Sormayı ertelediğin sorular var mı?

Bugün farklı bir gündü,

Yarın yeni bir gün....